Burtoni’nin üçü.

Bir bar… Herhangi bir bar. Bazı kültürde sosyalleşmek için biçilmiş kaftanı oynayan, bir başka kültürde, annelerin, onla oynanmaması için hiddetle uyardığı kötü bir arkadaştan farksız bir bar. Girişi, içinde ucuz bira içen tüm adamlar ve kadınlardan daha puslu. Barın 3. katı, eski bir masa, eski bir sandalye. Fiyatı, içini doldurduğu meşe ağacından yontulmuş fıçının kalitesi ve içinde bulunduğu süre ile belirlenmiş bir bardak Viski… Ağır ağır içmeye devam etti Burtoni tüm bunları düşünürken. Belini kavrayan sandalyeyi hissetti, belki de önündeki viskinin dinlendirildiği meşe fıçıları gibi, bu sandalye de bir meşe ağacından yontulmuş ve işlenmişti ve şimdi de üzerindeki adamı dinlendiriyordu. Tek fark, Viski, meşe içinde yattıkça değer kazanıyordu, Burtoni bar dekorunun bir parçası olan meşe sandalyeler üzerinde değersizleşip, ucuzluyordu. Buna aldırmadı. Bir kadeh daha içki istediğini, barda çalışan elemanlardan birine boş bardağı kaldırıp göstererek anlattı. Barın karanlık zeminini, Okumaya devam et

Geride Kalan

Yazının en başında, tüm tatlı su entelektüelliğimden sıyrılarak tarafsızca bir metincik peydah etmeye karar verdim ve o arzuyla başladım bu karalamaya;

“Tiyatro” “Tiyatroculuk(?)” bunlar bu metnin giriş anahtarları sanırım. Yani en azından benim bu perdeli dünyanın içinde attığım ilk kulaçların sesiydi bu kelimeler.. Benim için yapmak istediğim şeyin tam olarak ismi buydu. “Tiyatroculuk(?)” Sonra birkaç bilir insandan -fena halde biliyorlardı- bunun aslında tam da öyle olmadığını öğrendim. En azından bu kavramın, benim hevesi içerisinde olduğum dokuyla tamamen zıt olmasa da belli başlı zıtlıklar taşıdığını öğrendim. Asıl adı “Oyunculuk” dediler bilir insanlar; “Bu işin akademik eğitimini alan kimse, yalnızca sahne tozuna hapsolmaz, gerektiğinde 3 saatlik oyunları, 3 saniyelik periyotlara bölerek bir teknolojik zımbırtının* önünde de oynar !”

Bu cümleden çıkarılabilecek en absürt anlamlardan birini çıkardım sanıyorum. Okumaya devam et

Burtoni’nin İki’si

  Gözlerini karanlık ve sıcak bir Pazar akşamına araladı. Tabii içinde bulunduğu günün Pazar, günün ise akşam vakitlerinde olduğunu uyandıktan 2 saat sonra fark etti. “Keşke iyi bir Hristiyan olsaydım.” diye düşündü. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra ekledi; “Keşke önce insan olsaydım..”
Kendi derisinden daha çok sahiplendiği kahverengi renkteki deri ceketini sırtına geçirip dışarı çıktı. Hava karanlıktı. Saatin tam olarak kaç olduğunu bilmiyordu. Aslında, bugüne kadar saatle ilişkisi, formaliteden öteye gitmemişti. Zamana dair en köklü ve kanıksadığı düşüncesi, onunla mantık evliliği yapmış olduğuydu.. İki tarafında birbirinden çıkarı vardı. İkisi de birbirini tüketmeye ve kendi çıkarları doğrultusunda en verimli şekilde sağmaya çalışıyordu. Hızla önünden geçtiği cadde üzerindeki dükkanların vitrininden gördüğü suratındaki epeyce derin çizgiler bu sağılmışlığın nişanı olabilirdi. Peki ya o ? Okumaya devam et

Burtoni’nin Bir’i

Zaman içinde, tütünün yavşaklığıyla sararmış bir bıyığa sahip olmak en büyük hayalimdi. Ama ömrüm boyunca bıyıklarımın uzumasına hiç musade etmedim. Bu sayede en büyük hayalime ulaşmama engel olan yalnızca bendim. Tabii ömrüm boyunca kin besleyeceğim o bıyıksız adam da… Ben Burtoni, yalnızca Burtoni. İsminin başında yahut kıçında “Burtoni”den başka Latin çizgisi taşımayan Burtoni. Boş zamanlarımda sevişiyorum, ancak 41 yıldır kendim kadar meşgul birini hiç tanımadım. Çünkü çok meşguldüm..